Genel Yayın Yönetmeni : MAKSUT KOTO Editör : ENSAR SARGIN

AYTEN MUTLU'DAN NAZIM HİKMET'E MEKTUP



Canım Nazım,
                                                                                                      
Bu mektup sana ulaşacak mı, bilmiyorum. Ya da ben sana, içimdeki Nazım’a neler anlatacağım, ifade edebilecek miyim küçücük bir kız çocuğunun  ansızın hayatına karışıp, ömrü boyunca ona işaretler gönderen bir deniz feneri gibi yolunu durmadan nasıl aydınlattığını..

Şimdi seninle ilk karşılaştığım günü hatırlıyorum. ortaokul öğrencisi, şiir heveslisi kız çocuğuna, edebiyat öğretmeni bir gün sıkıca sarmalanmış küçük bir paket verdi. “Bunu,dedi, kimseye gösterme. Evde aç ve içindekileri oku. Yarın da kimseye göstermeden bana böylece ver.”

Eve döndüğümde açtığım o paketten çıkan incecik kitabın önüme birden bire nasıl bir aydınlık getirdiğini, anlatamayacağım. Gerçi şimdi moda; “Bir kitap okudum, hayatım değişti” demek. Ama, ülkende şiirlerinin basımı ve yayımı zinhar yasak olduğu için, bana gizlice öğretmenimin ödünç verdiği bu kitap, gerçekten değiştirdi benim hayatımı. O gece büyülenmiş gibi kitaptaki şiirleri ezberlemeye çalıştığımı anımsıyorum. Ezberlediklerimi daha sonra unuturum korkusuyla, alelacele bir deftere kopya ettiğimi de. Daha sonra da senin yazdıklarına benzeyen şiirler yazmaya başladım. Zamanla fark ettim ki, asıl olan sana benzer şiirler yazmak değil, senin ne söylediğini anlayarak, yeni biçem ve biçimlerle sürdürmek şiirdeki kavganı.

Bunu becerebildim mi, sanmıyorum. Ama söylemeden geçemeyeceğim, hayatımın en mutlu anı neydi, biliyor musun? Birkaç yıl önce Beyoğlu’nda bir türkü barda (artık öyle diyorlar)  tek konuğu olduğum bir şiir gecesinde, izleyicilerden birinin bana gönderdiği bir peçetede yazılı olan şu sözleri okuduğum andı. “Sen, bizim dişi Nazım’ımız, hoş geldin yüreğimize”  Kimin yazdığını bilmediğim, ama okurken göz yaşlarımı tutamadığım bu peçeteyi hâlâ saklıyorum. Ne haddime..Ben kim, senin yolunda yürüyor olabilmek ne? Şiir, kanatlarının balmumu oluşuna aldırmadan güneşe doğru uçmak gibi bir şey, biliyorum. Ömrüm boyunca durmadan eriyen kanatlarımın hep şiir yolunda açık olduğu da doğru. Ama bir Nazım bir ülkeye kaç yüzyılda bir gelebilir ki..İkinci an ise, Sevgili Mustafa Balel ile birlikte davet edildiğimiz , Fransa’nın Bordo şehrinde, etkinliklerin ardından bir Fransız gazetesinde çıkan haberde, senin ve benim  yan yana basılmış fotoğraflarımızı gördüğüm andı.

Ah, Nazım, canım şairim…

Mektup yazmayalı o kadar uzun zaman oldu ki..Yitirdiğimiz pek çok güzelliklerden sadece biri mektuplaşmak. Artık sözcüklerin içini boşaltarak kısa mesajlar gönderiyoruz birbirimize. O da çok gerekirse. Konuşmuyoruz pek birbirimizle..Günümüz gençliğinden ise, hiç söz etmesem daha iyi. Neredeler, nereye gidiyorlar, ülkemiz hangi ahtapotun kollarında kıvranıyor, dünyada zulüm varmış, açlık varmış, haksızlık varmış, umurlarında değil. Varsa yoksa gösteriş, çalım. Çoğunun hayatında  bencillikten başka hiçbir değere yer yok.

Sana bunları içim kanayarak yazıyorum. Hani senin söz ettiğin o “güzel insanlık”, nerede?

Nereye gidiyoruz?  Kimsenin umurunda değil. Toprağımız, sularımız, madenlerimiz, bankalarımız, fabrikalarımız, neyimiz varsa hepsi,  haraç mezat eloğluna peşkeş çekiliyor. Aydınlarımız, yıllarca yargılanmayı bekleyerek zindanlarda çürütülüyor, kimilerini de ya işkencede ya da intihar süsü verdikleri kıyımlarda yok ediyorlar. Bazıları ise bu hukuksuz sözüm ona hukuk (!) düzeninin dişlileri arasında benliklerini yitirip, çarka uyuyor, düzenin birer dişlisi haline geliyorlar.

Sana bunları yazarken utanıyorum. Senden, kendimden, o güzel  insanlıktan.. Çünkü sen umutsuzluğu hiç sevmezdin. En zor anında bile yüreğindeki insan sevgisine, gelecek güzel günlere olan inancına tutunur, o gür ama yumuşak sesinle haykırmaya devam ederdin.

Bizler ne yapıyoruz peki, senden sonra bu ülkenin şairleri, haykırabiliyor muyuz?  Bu güzelim cumhuriyet tarihin tozlu sayfalarına karıştığında, birileri çıkıp, “Böylesi biz zamanda, neredeydi ülkenin şairleri, ne yazdılar, bütün bu olanlara uzaktan mı baktılar?” diye sorarsa, biz ne cevap vereceğiz? Edebiyatımızda şiirde ilk kez Türk sözcüğünü kullanan Mehmet Emin Yurdakul: “Bırak Beni Haykırayım” şiirinde“Bırak beni haykırayım, susarsam sen matem et,/Unutma ki, şairleri haykırmayan bir millet/ Sevenleri toprak olmuş öksüz çocuklar gibidir.” dememiş miydi.. Bizler ne diyoruz peki? Utanıyorum Nazım!

Bizi değiştirdiler. Emperyalizmin ülkemizde yarım asırdan fazla bir zamandır sinsice uyguladığı yozlaştırma politikaları başarılı oldu. Giderek bir ulus olmaktan çıkıyor, tekrar ümmet toplumu haline geliyoruz. Adım adım yürüyor faşizm içimizde. Şiddeti içselleştiriyoruz gündelik hayatlarımızda. En yakınlarımıza, hâttâ kendimize bile düşmanca davranıyoruz.

Ah Nazım, neden burada değilsin şimdi? Ne çok ihtiyacımız var senin gür sesine.. Benim deniz fenerim, sana şimdi bir şey itiraf edeceğim. Hayatım boyunca ben iki adamı sevdim, özledim. Bu adamlardan biri sensin Nazım, diğeri de güzel Atatürk’üm. Benim çağımın insanları olsaydınız, görebilseydim sizleri, ne yapar ne eder yanınızda olmaya çalışırdım.

Sana söyleyecek daha o kadar çok şeyim var ki..Ne kadar yazsam, bitmeyecek, biliyorum. Tek dileğim var: Ölmeden önce hiç olmazsa senin mezarını görüp taşını okşayabilsem…Kimbilir, belki bir gün.

Senin kaybının 50. Yılıydı. 2003’te Senin adını taşıyan Nazım Hikmet Kültür Derneği’nde gerçekleştirdiğiz anma gününde biz, bir grup Kadıköy’lü şair bir araya gelip sana ortaklaşa bir armağan şiir yazdık. Sana şimdilik hoşça kal derken, bu şiiri gönderiyorum mezarına, yine utanarak ve söz vererek, hayatımın sonuna kadar, senin ülkün de olan inancımı hiç yitirmeden sesimin yettiğince haykırmaya..


Toprağını kucaklayarak, Canım Nazım..