Canım Nazım,
Bu mektup sana ulaşacak
mı, bilmiyorum. Ya da ben sana, içimdeki Nazım’a neler anlatacağım, ifade
edebilecek miyim küçücük bir kız çocuğunun
ansızın hayatına karışıp, ömrü boyunca ona işaretler gönderen bir deniz
feneri gibi yolunu durmadan nasıl aydınlattığını..
Şimdi seninle ilk
karşılaştığım günü hatırlıyorum. ortaokul öğrencisi, şiir heveslisi kız
çocuğuna, edebiyat öğretmeni bir gün sıkıca sarmalanmış küçük bir paket verdi.
“Bunu,dedi, kimseye gösterme. Evde aç ve içindekileri oku. Yarın da kimseye
göstermeden bana böylece ver.”
Eve döndüğümde açtığım o
paketten çıkan incecik kitabın önüme birden bire nasıl bir aydınlık
getirdiğini, anlatamayacağım. Gerçi şimdi moda; “Bir kitap okudum, hayatım
değişti” demek. Ama, ülkende şiirlerinin basımı ve yayımı zinhar yasak olduğu
için, bana gizlice öğretmenimin ödünç verdiği bu kitap, gerçekten değiştirdi benim
hayatımı. O gece büyülenmiş gibi kitaptaki şiirleri ezberlemeye çalıştığımı
anımsıyorum. Ezberlediklerimi daha sonra unuturum korkusuyla, alelacele bir
deftere kopya ettiğimi de. Daha sonra da senin yazdıklarına benzeyen şiirler
yazmaya başladım. Zamanla fark ettim ki, asıl olan sana benzer şiirler yazmak
değil, senin ne söylediğini anlayarak, yeni biçem ve biçimlerle sürdürmek
şiirdeki kavganı.
Bunu becerebildim mi,
sanmıyorum. Ama söylemeden geçemeyeceğim, hayatımın en mutlu anı neydi, biliyor
musun? Birkaç yıl önce Beyoğlu’nda bir türkü barda (artık öyle diyorlar) tek konuğu olduğum bir şiir gecesinde,
izleyicilerden birinin bana gönderdiği bir peçetede yazılı olan şu sözleri
okuduğum andı. “Sen, bizim dişi Nazım’ımız, hoş geldin yüreğimize” Kimin yazdığını bilmediğim, ama okurken göz
yaşlarımı tutamadığım bu peçeteyi hâlâ saklıyorum. Ne haddime..Ben kim, senin
yolunda yürüyor olabilmek ne? Şiir, kanatlarının balmumu oluşuna aldırmadan güneşe
doğru uçmak gibi bir şey, biliyorum. Ömrüm boyunca durmadan eriyen kanatlarımın
hep şiir yolunda açık olduğu da doğru. Ama bir Nazım bir ülkeye kaç yüzyılda
bir gelebilir ki..İkinci an ise, Sevgili Mustafa Balel ile birlikte davet
edildiğimiz , Fransa’nın Bordo şehrinde, etkinliklerin ardından bir Fransız
gazetesinde çıkan haberde, senin ve benim
yan yana basılmış fotoğraflarımızı gördüğüm andı.
Ah, Nazım, canım şairim…
Mektup yazmayalı o kadar
uzun zaman oldu ki..Yitirdiğimiz pek çok güzelliklerden sadece biri
mektuplaşmak. Artık sözcüklerin içini boşaltarak kısa mesajlar gönderiyoruz
birbirimize. O da çok gerekirse. Konuşmuyoruz pek birbirimizle..Günümüz
gençliğinden ise, hiç söz etmesem daha iyi. Neredeler, nereye gidiyorlar,
ülkemiz hangi ahtapotun kollarında kıvranıyor, dünyada zulüm varmış, açlık
varmış, haksızlık varmış, umurlarında değil. Varsa yoksa gösteriş, çalım. Çoğunun
hayatında bencillikten başka hiçbir
değere yer yok.
Sana bunları içim
kanayarak yazıyorum. Hani senin söz ettiğin o “güzel insanlık”, nerede?
Nereye gidiyoruz? Kimsenin umurunda değil. Toprağımız,
sularımız, madenlerimiz, bankalarımız, fabrikalarımız, neyimiz varsa hepsi, haraç mezat eloğluna peşkeş çekiliyor.
Aydınlarımız, yıllarca yargılanmayı bekleyerek zindanlarda çürütülüyor,
kimilerini de ya işkencede ya da intihar süsü verdikleri kıyımlarda yok
ediyorlar. Bazıları ise bu hukuksuz sözüm ona hukuk (!) düzeninin dişlileri
arasında benliklerini yitirip, çarka uyuyor, düzenin birer dişlisi haline
geliyorlar.
Sana bunları yazarken utanıyorum.
Senden, kendimden, o güzel insanlıktan..
Çünkü sen umutsuzluğu hiç sevmezdin. En zor anında bile yüreğindeki insan
sevgisine, gelecek güzel günlere olan inancına tutunur, o gür ama yumuşak
sesinle haykırmaya devam ederdin.
Bizler ne yapıyoruz peki, senden sonra
bu ülkenin şairleri, haykırabiliyor muyuz? Bu güzelim cumhuriyet tarihin tozlu
sayfalarına karıştığında, birileri çıkıp, “Böylesi biz zamanda, neredeydi
ülkenin şairleri, ne yazdılar, bütün bu olanlara uzaktan mı baktılar?” diye
sorarsa, biz ne cevap vereceğiz? Edebiyatımızda şiirde ilk kez Türk
sözcüğünü kullanan Mehmet Emin Yurdakul: “Bırak
Beni Haykırayım” şiirinde“Bırak beni haykırayım, susarsam sen matem et,/Unutma
ki, şairleri haykırmayan bir millet/ Sevenleri toprak olmuş öksüz çocuklar
gibidir.” dememiş miydi.. Bizler ne diyoruz peki? Utanıyorum Nazım!
Bizi değiştirdiler. Emperyalizmin ülkemizde yarım
asırdan fazla bir zamandır sinsice uyguladığı yozlaştırma politikaları başarılı
oldu. Giderek bir ulus olmaktan çıkıyor, tekrar ümmet toplumu haline geliyoruz.
Adım adım yürüyor faşizm içimizde. Şiddeti içselleştiriyoruz gündelik
hayatlarımızda. En yakınlarımıza, hâttâ kendimize bile düşmanca davranıyoruz.
Ah Nazım, neden burada değilsin şimdi? Ne çok
ihtiyacımız var senin gür sesine.. Benim deniz fenerim, sana şimdi bir şey
itiraf edeceğim. Hayatım boyunca ben iki adamı sevdim, özledim. Bu adamlardan
biri sensin Nazım, diğeri de güzel Atatürk’üm. Benim çağımın insanları
olsaydınız, görebilseydim sizleri, ne yapar ne eder yanınızda olmaya
çalışırdım.
Sana söyleyecek daha o kadar çok şeyim var ki..Ne
kadar yazsam, bitmeyecek, biliyorum. Tek dileğim var: Ölmeden önce hiç olmazsa senin
mezarını görüp taşını okşayabilsem…Kimbilir, belki bir gün.
Senin kaybının 50. Yılıydı. 2003’te Senin adını
taşıyan Nazım Hikmet Kültür Derneği’nde gerçekleştirdiğiz anma gününde biz, bir
grup Kadıköy’lü şair bir araya gelip sana ortaklaşa bir armağan şiir yazdık.
Sana şimdilik hoşça kal derken, bu şiiri gönderiyorum mezarına, yine utanarak
ve söz vererek, hayatımın sonuna kadar, senin ülkün de olan inancımı hiç
yitirmeden sesimin yettiğince haykırmaya..
Toprağını kucaklayarak, Canım Nazım..